8.15.2012

Yancı Lacan

çok değil daha geçer seneler demişti bana niçe
geçti mi geçme di
yancı lacan öldü beyler
furoyd feridun da öldü
biz yaşıyoruz çok şükür de belediye başkanları istifa etmeliler
orhan veli'yi öldüren çukur
2000'ler sonrası şiire neler yapmaz
bir tahayyül etsenize
pek formdayım bu ara bilmem farkında mısın
şans dile güzelim bana seneye übermenscheyim
desem inanır mısın

Feridun Simurg

O Ev

Can yavaş yavaş çıkıyor orada,
biliyorum
haberi tez geliyor her göçerden.

Can, tahta bir kaşıkla oyuluyor
kerpiç bedeninden,
duyuyorum.

Her ayaz söker alırmış biraz biraz
bağrından kalanı,
öyle diyorlar.

Damı göçmüş, ocağında karlar birikmiş
için için ağlıyormuş sofada sessizlik
terkin izleri tereğine yağ gibi işlemiş
eksildikçe tamamlıyor yazgısını,
anlıyorum.

Fer usulca sönüyor pencerede
sılayı anlatıyor her duvar dibi.
“Dönüş ne zaman” diye soruyor.

Can yavaş yavaş çıkıyor orada,
biliyorum.
Ayakta ölen ağaçlar gibi.

Nurdan KOÇAL

Deprem

- ''bir yanım yaralı
diğer yanımsa yıkık
tozlu dumanlı yollar gibi yüreğim
sevinçlerimin yerini gözyaşları,
umutlarımın yerini korkular aldı''
- ''masmavi gölüyle ve çift renkli kedisiyle anılan şehir

böyle bir çaresizliğe nasıl yenilir?''
- ''sokaklar dolusu mezarlar var şimdi

betonarme ve terkedilmiş yalnızlıklar
battaniyeler, çadırlar ve kuyruklar
soğuk kaldırımlarda yatan insanlar var şimdi.''

5

Gideceğim diye tutturmuştu. İki aydır bunu tekrarlıyordu ve sabah uyandığımda odanın ortasına valizini açmış kıyafetlerini gelişigüzel içine dolduruyordu. "Kararlısın sanırım" dedim. "Önceden de söyledim defalarca. En baştan yanlıştı." Yüzüme bakmadan dolap kapaklarını açıyor, kıyafetleri çekiştiriyor, istediklerini alıp gerisini bırakıyordu. Makyaj yapmamıştı henüz. Ağzının iki yanındaki ince kırışıklıklar seçiliyordu, dağınık saçlarını siyah bir lastikle tutturmuştu. Yatağın içinde doğruldum; "Gelsene yanıma." Cevap vermedi. Biraz bekledim. Düşünceli gibi davranmaya çalıştım; değildim. Yanına gidip kollarından kavradım, boynunu devirmiş yere bakıyordu. "Ne oldu yahu, suratıma bak bi'!" Bırak dedi sadece, itti beni ve valizinin fermuarlarını kapatmaya koyuldu. "Allah belanı versin" deyip oturma odasına geçtim. Durdurmaya çalışmayacaktım. Üzülüyor değildim ama akşam pişman olmak da istemiyordum. Yeni bir ev arkadaşı bulabilirdim, o işin en kolay tarafı;
yatağıma yeni birisiyle girme fikri ise burktu içimi-daima hüzünlüydü ama alışmıştım ona. Geri gelip nereye gideceğini sordum. "Altan akşam babamdan alacak." Çocuk sebebiyle eski kocasıyla birkaç kez görüştüğünü söylemişti ama barışmışlarsa eğer buna şaşırırdım. Tüm bunlar yaşanırken çocuk Altan'ın evinde ne annesinden ne benden bihaber uyuyor olmalıydı.
Altan'ı görmemiştim. Telefonumu nereden bulmuşsa bulmuş arayıp küfretmişti defalarca. Karşıma çıkarsa onu öldüreceğimi söyledikten sonra hattımı değiştirdim. Bir daha konuşmadık. Handan'dan öğrendiğime göre işsizdi. Yine Handan'dan öğrendiğime göre benden sekiz yaş büyük-Handan'dan da beş yaş. Handan'la tanışalı bir yılı geçmiştir. Son beş aydır birlikte yaşıyorduk ve sorunları da tuttuğumuz ev ile birlikte vermişlerdi sanki. Haftada birkaç aralık harika bir insandır. Gerisi ise toptan felaket. Dengeyi bulamayanlardan biri Handan. Benimle birlikte olmasını buna bağlıyorum. Kendisinden üç yaş küçüğüm, işim oldukça iyi kazandırıyor ve benim atabilecek özgür adımlarım var. O ise şehre ölesiye bağlanmış-yanında çalıştığı akrabası, yaşlı babası, ayrı yaşadığı kızı...Birlikteliğimiz onun için sonsuz bir keder yaratıyor çünkü ayrılmasak da bir sabah onu ansızın terkedeceğimi düşünüyordu-bilmiyorum, belki de sırf bu hüznü yaşamak için terkeden o oldu. Eski evliliğinin bahsi pek açılmaz ama huysuzluğundan anlaşılıyorki hoş hatıraları yok.
Şaşkınlığımı üzerimden atınca tekrar soruyorum; "Altan'da mı kalacaksın?" Başıyla onaylıyor. Pek güzel. Açıklaması gecikmiyor; "çocuğu özlüyorum, hem Altan iş bulmuş, değişmiş; iyi adam olmuş." Altan kısmını teyzesi anlatmış. Neden böyle davrandığına anlam veremeden kapıya yaslanmış izliyorum onu. Kıyafetlerini değiştiriyor. Hafif çıkmış göbeği, çekingen davransa da soyunurken beyaz külodunun altından siyah kasık tüyleri belli oluyor. Kafası o kadar dolu ki bakışları dahi ağırlaşmış. Yaşlanmış, tükenmiş ve gittikçe tükeniyor. Otuzunu geçmiş ve bir daha asla genç bir kadın olamayacak. Onun için üzülüyorum ancak yapabileceğim bir şey yok-buna izin vermiyor. Son bir iyilik babasının evine bırakabileceğimi söylüyorum. Önce reddediyor, biraz üsteleyince "iyi" diyor. "İyi" diyorum, valizini alıp çıkıyorum evden. On dakika sonra kapıda beliriyor. Yanlış yaptığını biliyorum, yanlış yaptığını biliyor. İkimiz de sürükleniyoruz. Yanıma değil arka koltuğa oturuyor. Yanımdaki koltuğa evin anahtarlarını bırakıyor. "Bak" diyorum, "daha çok üzülüceğiz; gidersin ama dönemezsin bir daha." Cevap vermeden camdan dışarı bakıyor. Çalıştırıyorum arabayı. Son bir kez aynadan yüzüne bakıyorum, tanımadığı bir taksi şoförü olsam dikkatini daha çok çekerdim muhtemelen. Oflaya puflaya koyuluyorum yola. Yarım saat kadar sürüyorum, babasının evinin önünde durduruyorum arabayı.

Damlalar

Hani mavi şirin kolyelerin,
Yanımda olduğumda hiç çıkartmadıkların…
Nasılda severdim meğersem seni,
Tatilden önceki son geceydi.
Sevgi buseleriyle muhabbete daldığımız son gece,
Senin ebedi tatilinin ilk gecesi…
Aldığım gülleri kokluyordun.
Yüzünde garip bir ifade,
Sordun bana nedendir diye?
Güllerin üzerinde parıldayan damlalar…
Aynı gökteki sen ve benler gibi,
Senin ebedi tatilinin ilk gecesi…
Koyulmuştuk yola,
Çıksa da karşımıza hendek ve çukurlar,
Engelmiydi ki bize sen vardın yanımda…
Cevabı gelmişti aklıma,sorduğun sorunun.
Sevdanın adıdır ya gül,
Sevda nasıl gözyaşına kanıyorsa,
Gülde damlalara hasret
SEN GÖKYÜZÜNDEN KAYMADAN!...

Vedat ZAR

Sus

Bir kelimeden gelir gibi çok kez
önünde eğilesi bir şiirin
korlu heceleri dökülüyor dilinden.


-Yoldan çıkaran dilinden-


Anlattığın bir acılı destan,
uzun uzadıya.
Kederli bir çift mısra gibi
yerleşiyorum satır aralarına.


Oysa ölmem için kafidir
durgun bir göl olman,
elim eline sokulunca.

Nurdan KOÇAL

Ayrıkotu

Duydum ki ayrıkotu bitmiş köklerinde
arsız ve sessizce

Anayurdu sen, evi barkı sen,
düşen her yaprağınla okşanırmış bedeni
soluğunu tutup beklermiş sonbaharı
bu yüzden.

Duydum ki eğilmezmiş dalların
en güçlü rüzgarda

aşk ile orman bile dize gelirken
Aşk...
Ölüm kadar eski, ölüm kadar erken

Toprağınızda bir keder, bir hüzün
yanyana olup da el verememekten
ayrıkotun ve sen.

Nurdan KOÇAL

Arayış Neydi Peki?

Üç yıl içinde geldiğimiz nokta: Karım, ben ve soframızda tavuk kemikleri…
Gram tat yok, ne sofrada ne ilişkimizde. Onunla asla evlenmezdim, eğer tanıştığım en
güzel kız olmasaydı. Onu kötülemeyeceğim. Aslında sorun bende. Tat alamayan da
veremeyen de yaşamayı beceremeyen de benim. Bu yüzden bu acıya kimseyi ortak
etmemeliyim artık.
Vakit geldi. Bugün büyük gün!
Evvelce baba ocağından da böyle ayrılmıştım; ”Okul uzak baba, Karşıdaki arkadaşlarda
kalcam.” Tuttuğum ev okula daha uzaktı. Arkadaş da yoktu. Yalnızlık yormuş, değişiklikler
aramaya başlamıştım. Ebruyla tanıştım, kısa sürede evlenme kararı aldık. Sadakatinden
asla şüphe etmedim. Bana ve evimize alıştıkça bedeni genişliyor, gözlerindeki o tutku dolu
bakışlar kayboluyordu. Geriye standartlara uygun bıyık bırakmam kalmıştı sanki. İlk
zamanlar ritim tutarak eşlik ettiği bestelerim, ona göre artık birer gürültüden ibaret.
Henüz yemek bitmemişti. Sofradaki kemiklere uzun uzun baktıktan sonra yeni bir milat için
konuşmaya başladım:
- “Ebru!” dedim.
- “Şey, noldu?” dedi.
Hemen cümlemi bitirmemi isteyen bir ifade vardı yüzünde. Belli O da bir şeyler söyleyecekti.
- “Ben boşanmak istiyorum.” dedim.
- “Ben… Hamileyim!”
Hiçbir şey olmamış gibi tabağımdaki son et parçasını da ağzıma götürdüm. Yemeyi bırak
yutkunmak bile zor geliyordu aslında. Ama hislerimi belli etmem ondan kurtulmamı
zorlaştırabilirdi. Duygusuz ve kaba olmalıydım. Yağlı dudak izi bıraktığım bardaktaki
koladan bir yudum aldım.
Yaklaşık iki saat hiç konuşmadan evdeki işlerimizle meşgul olduk. O bulaşıkları yıkadı. Ben
de bir şeylerle uğraşıyormuş süsü verdim kendime. Aklımda bebek vardı. Babanın
çocuğuna ne kattığı konusunda en ufak bir fikrim olmadığı için bebeğin babasız
büyümesinin pek sorun olmayacağına karar verdim. Bebek bu eve mutluluk getirebilirdi
ama ne kadar süre dayanabilirdim buna. Mutluluk bile huzur vermiyordu. Evet kurtulmalıydım, kaçmalıydım.


İçeri geçip konuşmaya devam etmek için eşimin yanına gitmeye karar verdim. Kapıyı açıp
odaya girdim. Ebru arkası dönük, dizleri üstüne oturmuştu yere. Boğazına bir şeyler
kaçmış olacak ki aralıklarla hıçkırıyordu. Masadan su aldım. Karşısına geçip eline verdim.
Yüzü yere dönük, hıçkırığı henüz geçmemişti.

-“Neyse artık konuşmak istiyorum.” dedim.
Ellerimle yüzünü kendime doğru kaldırdım. O an kendimi en ürkütücü şekillerde öldürmek
istedim. Ebru’nun ağlamaktan gözleri kızarmış, yanakları ıslanmıştı. Hıçkırıktan
konuşamayacak haldeydi.
Tüm bu manzara benim eserimdi. Bir bayan ve çocuğunun benden ömür boyu nefret
edeceği düşüncesi içimi yakmış, yıkılmıştım. Onun üzüleceğini tahmin etmem gerekirdi
elbette ama beni de en az onun kadar sarsan şey neydi? Aradığım şey yaşanmamış bir
şeydi. Tüm gereksinimim salondaki halının uçması ya da eve uzaylıların dolması kadar
alışılmadık bir şeydi.
Aradığım iki damla gözyaşıydı.

80 Yaşında Bir Kadın

yavaş yavaş yürürken yolda
bilmiyordu başına ne geleceğini,
bir adım sonrası
ya ölümdü ya da mutsuz özgürlük.


düşünürken yaptıklarını hayatında
hatırladı yine ölen eşini,
bir hayal sonrası
ya kırgınlıktı ya da koca bir hüzün.

Koltuk

Evde tek başımaydım. Bir kaç gün sonra pişmanlık duyacağım dakikaları yaşıyordum. Yani hiç bir şey yapmıyordum. O zamanlar böyle sadece nefes alıp verdiğim zamanları çok yaşardım. Nefes alıp vermekten başka bir şey yapmadığım için de nefes alıp verdiğimin farkında değildim. Böyle zamanlarda herhangi bir şey de hissetmezdim. Dışarı çıkmak zorunda olmasam belki de hayatımı evimde tek başıma hiç bir şey yapmadan geçiştirirdim. Gerçi dışarı çıktığımda da durum pek farklı sayılmazdı ama en azından içimi tuhaf bir pişmanlık duygusu kaplardı. Bir süre sonra bu pişmanlık duygusunu çok sever oldum çünkü hissettiğim tek şey haline geldi.
O zamanlar benim için her şey çok basit olduğu için gri renkteydi. Başlangıçta-ki ne zamanlar olduğunu şimdi bile hatırlamıyorum, bir şey ya siyahtı ya da beyaz. Ya iyiydi ya da kötü. Ya doğruydu ya da yanlış. Sonra bunlar o kadar çok biraraya geldi ki griden başka bir şey göremez oldum. İyi ve kötü arasındaki fark belirsizleşti, doğru ve yanlışın sınırları görünmez oldu.
Pişmanlık herkes için kötü bir duygudur. Ama benim için değil... Galiba her şeyin çok basit olması kısmen doğru olduğu için hayatıma son vermek hiç aklıma gelmedi. Yine zamanımın çoğunu geçirdiğim koltuğumun üzerindeydim. Koltuk bile aldığımda beyazken zamanla dünyam gibi griye dönmüştü. Geçmişimden bir boşluk gibi bahsetmeme neden olan akşamı anlatıyorum. Gri koltuğumda uzanmış televizyon seyrediyordum. Seyrediyordum dediysem televizyona bakıyordum demek istedim. Bir kanaldan diğer kanala geçerek neredeyse yine anlamsız bir kaç saat geçirmiş bulunmaktaydım. Uykum gelince kumandanın kapatma düğmesine bastım. Ancak televizyon kapanmadı. Kumandayı bir kaç kez bacağıma vurdum. Pillerini çıkardım, ısırdım. Tekrar kapatma düğmesine bastım ve yaptıklarım sonuç verdi mi diye televizyona baktım. İşte o an şaşkınlık, korku, merak, heyecan ve daha bir çok duyguyu, neredeyse bütün duyguları aynı anda hissettim. Televizyon kapanmamıştı. Ekranda ise ben vardım. Aynı benim uzandığım gibi gri koltukta uzanıyordu. Önce kapanmış televizyon camından yansımam zannettim ama görüntü çok netti. Sonra birinin odama gizlice kamera yerleştirmiş olduğunu düşündüm. Kamerayı aramak için ayağa kalktığımda ise görüntünün kameradan gelmediğini anladım. Çünkü kalktığımda ekrandaki ben hala uzanıyordu. Bir açıklama düşünürken ekrandaki ben konuşmaya başladı. “söyleyecek bir söz  bulamıyorum çünkü söyleyecek bir sözüm yok” dedi. Kendimi hiç bu kadar çaresiz görmemiştim diye düşünmeye başlamamla zaten kendimi hiç daha önce televizyonda görmemiş olduğumu fark etmem aynı anda tekabül etti. Hafifçe gülümsedim. Ama uzun sürmedi. Ekrandaki ben çok üzgündü ve bu halim beni de üzüyordu. “kayboldum” dedi. “ve daha da kötüsü sonsuzluğu tek başıma anlatamam” dedi. Birden gözlerini iyice açtı. Sonra sıkıca kapattı. Deli gibi. Ama çok kararlı bakışlarım vardı ekrandaki ben de. Elinde bir bıçak olduğunu fark ettim. Yavaşça boynuna doğru götürdü bıçağı. Kendimi durdurmak istedim. Ama hareket edemedim. Avazım çıktığı kadar bağırmak geldi içimden. Ama bağıramadım. Ekrandaki ben tek bir hamle ile bıçakla boğazını keserken benim boğazım düğümlendi. Kapı gıcırtısı gibi bir ses geldi televizyondan. Boynumdan akan kanın görüntüsü hala gözümün önünde. Kanlar önce fışkırdı ama kısa sürdü. Sonra yavaş yavaş ama bol miktarda akmaya başladı. Bedenim koltuğun üstünde yığılmış bir vaziyette duruyordu. Hareket eden tek şey kandı. O kadar çok kan çıktı ki her yer sanki kırmızıya boyanmıştı. Hatta bir süre sonra kanlı koltuğun üzerinde kanlı ben fark edilemez oldum. Kan durana kadar, her şey hareketsiz olana dek bekledim. Sonra gözlerimi sıkıca kapattım ve nihayet bütün gücümle bağırabildim. Sonrasını hatırlamıyorum.
Sabah kendime geldiğimde ışık yüzüme vuruyordu. İçimde yeni bir güne başlama heyecanı vardı ve koltuğum kırmızıydı.

Özgün KÜÇÜKOĞLU